Söyleşi: Nilüfer Şaşmazer
Sevgili Sevince ve Oral, Yanköşe’nin üçüncü edisyonu için ürettiğiniz “Yağmur Duası” adlı işi anlamak ve açıklamak için önce sizi tanımanın önemli olduğunu düşünüyorum o yüzden eğitiminizden başlamak istiyorum. Her ikiniz de İTÜ Mimarlık mezunusunuz (2005), kısaca mimari pratiğinden tasarım-güncel sanat alanına nasıl uzandığınızı anlatabilir misiniz?
SB: 2005’de İTÜ Mimarlık’tan sonra Şili’ye gidip bir süre oradaki bir mimarlık ofisinde çalıştık. Döndükten az sonra da kendi stüdyomuzu kurduk. Şu anda hem stüdyomuzu devam ettiriyor, hem de MEF Üniversitesi’nde ders veriyoruz. Aslında başlangıçta sanat-mimarlık ara kesitinde ilerlemek gibi bilinçli bir plan yapmamıştık ama mimarlık dışında başka alanlara ilgi duyuyor olmamız sayesinde bu yola girdik denebilir. 2013’teki MoMA/PS1 İstanbul Modern işbirliği ile yapılan Yeni Mimarlık Programı için yaptığımız “Göğe Bakma Durağı”, 2015’te Royal Academy of Arts ve Turkishceramics için Londra’da gerçekleştirdiğimiz yerleştirme “Beklenmedik Tepe” ve yine 2015’te Roma’daki MAXXI müzesinde yaptığımız “Kayıp Bariyer”le birden sanat-mimarlık rotasında yürürken bulduk kendimizi.
OG: Bu durum, Taşkışla’nın bizim dönemdeki liberal ortamıyla da alakalı bence. 2000’lerde başlayıp 2012-13’e kadar devam eden bir dönemde, okulun sözünü ettiğim liberal ortamının uzantısı olarak, mimarlığı sadece yapıdan ibaret görme anlayışı, kentle ve diğer disiplinlerle ilişkili bir perspektiften değerlendirmeye doğru evrilmişti.
SB: Biraz tesadüfler de etkili: Biz 2013’te İstanbul Modern’in MoMA işbirliğiyle hayata geçirdiği Yeni Mimarlık Programı kapsamındaki yarışmayı kazanmış ve “Göğe Bakma Durağı” projesini gerçekleştirmiş olmasaydık belki bu rotada ilerlemezdik. Çünkü sanat-mimarlık ara kesitindeki birçok iş ve davet o işe referansla geldi bize.
Sizin eğitiminizdeki liberallik ve disiplinlerarası çalışma pratiği aslında Türkiye’deki çağdaş sanat anlayışının da bu eksende yerleştiği döneme denk gelmişti ve sınırlar genel anlamda belirsizleşiyordu, halen de böyle.
SB: Evet, şimdi geriye dönüp baktığımda o İstanbul Modern’deki yarışmayı kazanmasaydık da sadece gayrimenkul sektörüne iş yapan bir ofis olmayacaktık herhalde diye düşünüyorum. Biz mesela, okuldan hiç konut projesi yapmadan mezun olduk. Bunun çok doğru olduğunu düşündüğümden değil, aksine bu ülkede en fazla üretilen şey konutken bunun akademide tartışılmaması bir eksikliktir ama biraz da bu müfredatın sonucu olarak kamusal işler yapmak istiyorduk, öyle bir hayalimiz vardı, sanki mimarlık dünyası öyle yapılardan ibaretmişcesine. Sonra bunun çok kolay olmadığını anladık ama “Göğe Bakma Durağı” ve diğer kamusal projeler hayal ettiğimiz yolda ilerlememizi sağladı diyebilirim.
Mimarlık alanındaki tasarım ve araştırmalarınız hangi konulara odaklanıyor? Son birkaç yıllık üretiminize bakıldığında geçici ve kalıcı kamusal yapılar görüyoruz. Pratiğinizin sanatla kesiştiği nokta bu denilebilir mi?
SB: Odaklandığımız konular geçici ve kalıcı kamusal yapılar ile kentle ilişkili meselelere dayanıyor daha çok. Örneğin yakın zamanda uygulanan projelerimizden Beylikdüzü Atatürk Kültür Merkezi Yenileme Projesi, kalıcı örneklerden. Boğaziçi ve MEF Üniversiteleri ile ortak yürüttüğümüz deprem sonrası barınma araştırması da başka bir güncel konumuz.
OG: Daha çok öne çıkanlar kamusal işlerimiz ama işverenin özel sektör olduğu işlerimiz de var; pazar yeri projeleri, fabrika yenileme, farklı ölçeklerde konut, kümes vb. Yaptığımız projelerde genellikle tavrımız hazır bir şemayı alıp kullanmaktan ziyade onu kurcalayıp anlamaya ve dönüştürmeye çalışmak. Bu yaklaşımı da uzunca bir süre ofisi ayakta tutan yarışma projelerinden, sanat-mimarlık ara kesitindeki işlere kadar yansıtmaya çalışıyoruz. Soruya dönecek olursak pratiğimizin sanatla kesiştiği veya kesişmediği projeler diye doğrudan bir ayrım yapmak pek mümkün değil. İçine derin bir araştırma ve deneysellik ekleyebildiğimiz her projede bu kesişimden bahsedebiliriz. İş yapma biçimimiz bu yönde evrildiği için, gelen işler ve işverenler de bu yönde doğal seleksiyona uğradı galiba.
Peki son 10 seneye baktığınızda yaptığınız mimari ve sanatsal projeler arasındaki ortak noktalar ya da düşünme biçimleri konusunda ne dersiniz? Mimar olarak sanat ve tasarıma bakış açınızı nasıl tanımlarsınız? Ya da kamusal alana?
OG: Bir işe başlarken mimari proje - sanatsal proje diye bir ayrım yapmıyoruz. Olsa olsa deneysel ve geleneksel işler diye bir ayrımdan bahsedebiliriz belki. Bazı fikirler vardır, uçurumdan atlama pahasına peşinden gidersiniz, deneysel işler bunu yapmaya alan tanıyor, piyasaya yaptığınız işlerde böyle bir lüksünüz olamaz. Belki böyle bir ayrımdan söz edebiliriz. Fakat uçurumdan atlamak dediğimde ayağı yere basmayan yapılardan bahsetmiyorum. Tam tersine geriye dönüp baktığımızda yaptığımız tüm ‘deneysel’ işlerde malzeme ve strüktür çok fazla ön plandadır ve belirleyicidir.
Yanköşe için hazırladığınız “Yağmur Duası” için nereden, hangi sorularla yola çıktınız?
SB: Önce mimar refleksiyle mekansal bir kullanıcı deneyimi olmayacak mı diye bir an düşündük, sonra bunun olmaması belki iyi de olabilir dedik.
OG: Çünkü o zaman deneyimleyenin başka bir duyusunu harekete geçirmek zorunda kalıyorsun, tasarımcı olarak bilmediğin bir alana giriyorsun. Bu ‘konfor alanından çıkma’ durumu bizi hem zorlayan hem de heyecanlandıran bir şey. Biz de İstanbulluların her gün önünden geçerken ‘maruz kaldıkları’ bir duvarın, İstanbul’u değiştiren durumlar hakkında bir şeyler söylemesini hayal ettik. Burası küçük olmasına rağmen mahalle ya da sokak ile değil, kent ile diyaloğa geçebilen bir yer. Biz de kurulabilecek bu diyalog potansiyelinden yola çıktık.
Kullanıcı deneyimi görsellik üzerine kurulu zira deneyimlemesi kolay bir mekan değil fiziksel özellikleri dolayısıyla.
SB: Evet ama o zorluklar zaten bizim tasarım süreçlerimizde olan, yoksa da icat ettiğimiz şeyler. Açıkçası hiçbir riskin olmadığı, beyaz küp konseptinde, risklerin minimize edildiği bir ortamda çalışmak bizim için daha zor.
OG: Hem çok göz önünde hem de ölçeği nedeniyle bütününü algılamanın zor olduğu bir alan. Böyle bir dikey hacimde ilk kez bir yerleştirme yapıyoruz. Bir yandan hacimsel olarak müthiş bir manevra alanı veriyor olması çok heyecanlıydı, fakat diğer taraftan bütün dış koşullara (rüzgar, yağmur, kar, güneş…) karşı da çok korunaksız olduğun bir yer. Fakat bu tür işlerin bizi heyecanlandırmasının en önemli nedeni bu tür zorluklara bazen meydan okuyup bazen de onları projeye dahil ederek farklı şeyleri denemeye ve daha güzeli yanılmaya imkan bulabiliyor olmamız.
Bazen işin bitince nasıl bir şey göreceğini bile tam olarak hayal edemiyorsun, ki genelde mimarlarda tersi bir refleks olur; ‘çizdiğim eskizin birebir aynısını yaptık’ demek çok gurur verir ama bu bizi o kadar da heyecanlandırmıyor çünkü ilk eskizin aynısı olacaksa bu işten ne öğreneceğiz? Yanköşe için de en başta yağmurun tetiklediği bir hareket önerdik fakat bu hareketin neyle, nasıl olacağı süreç içinde evrildi ve değişti. Kendimizi Eminönü’nde don lastiği, Karaköy’de kauçuk ararken bulduk. Bu işi, o hanlarda bu malzemeyi satan insanlara anlatmaya çalışmak bile başlı başına bir öğrenme. Bu sayede kataloglarda olmayan bir sürü malzeme, detay, birleşim, strüktür öğreniyoruz.
İçerik olarak nasıl o noktaya nasıl geldiniz? Yanköşe’nin şehirdeki konumu size ne fısıldadı da ancak yağmurla hareket eden bir yerleştirme yapma fikri oluştu
SB: Burası aslında günlük hayatımızda olan, hep önünden geçtiğimiz bir yer. Daha önceki eserleri de görmüşlüğümüz var. Öyle olunca davet aldığımızda çok heyecanlandık çünkü önünden geçecek herhangi birinin buradaki işle ilişki kurabilecek olması yaptığımız şeyin gücünü artırıyor. Arada çok ince bir çizgi var; herhangi birinin ilgi duyabileceği ama bir taraftan bizim için ‘klişe’ olmayan bir iş yapmaya çalıştık. Diğer taraftan, çoğu zaman hayal ettiğin ve belirli bir grupla tartışabildiğin şeyi kamusal alanda denediğinde; mimarların sınırları çizme ve denetleme hevesi vazgeçilmesi gereken bir şey oluyor.
Hangi anlamda?
SB: O kağıt üzerindeki tasarım, son derece bitmiş görünen şey, gösterdiğin detaylar vs. aynı olamıyor sen onu meydana koyduğun zaman. Biz de o iş orada bir diyaloga vesile olsun istiyoruz ama bir taraftan da kendi sözlerimizden vazgeçmek istemiyoruz. Sırf o diyaloğa gireceğiz diye başka bir dil konuşmak da istemiyoruz. Yanköşe de tam öyle bir yer. O yüzden içerikte kentle ilgili bir şey olsun istedik; oradaki görsel iletişim kentle ilgili bir diyaloğa, tartışmaya dönüşebilir mi diye düşünmeye başladık. Gerçekten bu şehirde bir kutuplaşma var, öyle konular var ki herkes için başka bir şey ifade ediyor, tam Yanköşe’nin karşı alanındaki proje gibi mesela. Ancak iklim meselesi son derece kapsayıcı bir konu; sokaktan geçen herhangi birinin o kutuplaşma içinde hangi noktada durduğuna bakmadan etkilendiği ve üzerine kafa yorduğu bir konu. “Yağmur Duası” bu düşüncelerle ortaya çıkt
OG: Az önce dediğim gibi, burası kent ile diyalog kurabileceğiniz ölçekte bir alan. En önemli soru bu diyalogda ne hakkında konuşmak istediğimizi belirlemekti. Birbirinden çok farklı fikirlerde gezinirken, tam da nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde kendimizi yağmurun İstanbulluları nasıl tetiklediğini/değiştirdiğini konuşurken bulduk. Bu bereket dolu doğa olayı kentte nasıl bir değişime neden oluyor? Trafik sıkışıyor, şemsiye satıcıları bir anda sokaklara dökülüyor, dolu taksiler, su baskınları... Kısacası müthiş bir değişim ve hareket. Bütün bunları tartışırken bu işin tetikleyicisinin de yağmur olmasına karar verdik. Ama tabii sonrasında bütün kış ya çok az yağmur yağarsa sorusu geliyor…
SB: Çok kuru bir kış da olabilir, o zaman da bu proje SO? literatürüne böyle geçer, içinde bir başarısızlık payı olur tabii öyle bir şey olursa. Bu olamama riski sıkça varolan bir durum bizim projelerde.
“Yağmur Duası” aslında ikiliklerle dolu bir iş; hem kente ait hem doğaya dair, hem gösterişli hem başka bir unsura muhtaç, hem dışarıdan bakıldığında soyut hem işleyiş anlamında somut… Bakıldığında hüzünlü de bir taraftan ancak umudu, güncel bir mücadeleyi de akla getiriyor.
OG: ‘Muhtaç olma’ durumu kamusal alana yaptığımız projelerde genelde var galiba. “Göğe Bakma Durağı” denizin hareketine, “Havai Bahçe” insan müdahalesine muhtaçtı. Burada da yağmur yağması için dua edeceğiz. Fakat buna yağmura muhtaç olmak yerine onun varlığını kucaklamaya çalışmak, yağmurla mücadeleye değil diyaloğa girmeye çalışmak demek belki daha doğru olur. Bu coğrafyada gördüğümüz mimarlık doğa ve insana genelde meydan okur, onu sadelikle karşılamaz.
Peki oradan geçen insanların, ya da izleyicinin diyelim, bu işe nasıl tepki vereceğini düşünüyorsunuz?
OG: Genelde insanların hareketli işlere tepkisi çok ilginç oluyor; oradan geçerken iş bir anda hareket etmeye başlarsa bir şey ters mi gidiyor diye irkiliyorlar. Bunu “Göğe Bakma Durağı”nda çok net yaşamıştık. İşleyişi anladıktan sonra da genellikle keyfini çıkarıyor insanlar. Burada da benzer bir şey olabilir.
İşi kurgularken daha önceki kamusal işlerinizden süzülüp gelen ve hesaba kattığınız, akılda tuttuğunuz şeyler oldu mu?
SB: Bizde genelde hatalardan öğrenme diye bir şey yok. Tabii burada ölçek alışılmadık olduğu için bunu epeyce düşündük. Burada hareket her ne olacaksa o büyüklükle birlikte işlemesi gerekiyordu; bu da önceki deneyimlerden ziyade mimarlık eğitimiyle ilgili olabilir.
OG: Farklı açılardan nasıl görüneceğini de düşündük, özellikle bu ölçekteki işlere yakından bakmakla uzaktan bakmak farklı bir deneyim oluyor çünkü. Blek Le Rat “Mimarlık eğitimi bana kafamı kaldırıp yere bakmadan yürümeyi öğretti” demiş, bizim için de bu çok önemli bir soruydu; kafaları nasıl kaldırabiliriz?
SB: Düşünüyorum da bizim önceki kamusal projelerimizde çıkan pürüzler hep bürokratik tarafta oldu. Oradan öğrenilecek şeyler de olabiliyor tabii ama onun dışında her birinin o kadar kendine has yapısı var ki, hepsi tek ve belirli bir izlekte devam eden tasarımlar olmadığı için, bir yerde öğrendiğimizi doğrudan başka bir işte kullanamıyoruz.
OG: Bu tarz işlerin en iyi öğrettiği şey duvara tosladığın zaman o durumla nasıl başa çıkabileceğin. Bir de malzeme kütüphanen çok genişliyor, bu projede bizim kütüphanemize don lastiği, silikon ip, serum lastiği, kılıç balığı misinası gibi harika ürünler girdi.
SB: Öte yandan uygulama sürecinde çok zor anlar da oluyor. Ama sanırım öğrendiğimiz bir başka şey de şu; deneysel bir şey yapmak, işin içinde yanılma payı olması demek. Bizim için, küçük ölçekli şeyler yapmamıza rağmen, deneysellik bu işin bir parçası. Bu arada dilimize pelesenk olan ‘deneysellik’ de çok havalı bir sözcük ama bakalım ortamda öyle bir tahammül kapasitesi var mı, gerek işveren gerek süreç yönetimi açısından. Bu anlamda bu tür projeler bence sanat-mimarlık arasındaki kesite daha yakın, daha uygun. Önceki projelerde gördük ki sanat alanında öngörülmeyene tahammül daha fazla.
Yanköşe’de “Yağmur Duası”nı gerçekleştirmeden önce 4. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında Arter’de “Yüzer Ev” adlı tasarımınız sergilendi. Yine insan, şehir, doğa üçgeninde global olduğu kadar yerel bir meseleyi ele alıyordu bu iş. Biraz ondan da bahsetmek ister misiniz?
OG: O proje depremle birlikte aynı zamanda İstanbul’da karadaki afet sonrası toplanma alanlarının hızla azalmasıyla ilgili. Hepimizin gözü önünde olan ama insanların deprem olmadan farkına varmayacağı bir duruma dikkat çekmeye çalıştık. Niye durduk yere suda yüzen bir barınma birimi yapıyoruz? Bunu dünyanın herhangi bir yerinde yapsak çok absürt ama İstanbul’un bugünkü koşullarında anlamlı olabilir. Ancak bu fikir sadece mimari bir ekiple altından kalkabileceğimiz bir fikir değildi, sürecin en başından beri Boğaziçi Üniversitesi Kıyı Mühendisliği Laboratuarı’ndan Emre Otay’la beraber çalıştık. Sonrasında yine Boğaziçi Sosyoloji’den Ayfer Bartu Candan’ın da katılımıyla, MEF Üniversitesi ile iş birliği içinde, üç disiplinli –mühendislik, sosyoloji, mimarlık- bir ortak derse dönüştü ve sergi aşamasında da büyüyerek 65 kişilik bir ekip olduk.
Kamusal alana iş yaparken mutlaka akılda tutulması gereken şeyler sizce neler?
OG: Kamusal alan, bir müze veya galeriden farklı olarak maruz kaldığınız bir yerdir. Bir müzeye gidip orada sergilenen şeyleri görmemeyi tercih edebilirsiniz. Ama kamusal alandaki bir işe, yolunuz her gün oradan geçiyorsa, maruz kalırsınız. Aynı şekilde eser de insana maruz kalır, onu koruyacak bir güvenlik görevlisi yoktur. Bu sebeplerden dolayı eser-deneyimleyen arasındaki ilişki çok daha dürüst olur. Benzer bir maruz kalma durumu yağmur, rüzgar, kar, güneş gibi dış koşullarla da vardır. Ya eseri bu koşullara meydan okuyarak korursunuz (rüzgarda yıkılmasın diye daha güçlü yere bağlarsınız), ya da onlarla diyaloğa geçersiniz. Ama akılda tutulması gereken en önemli şey, kamusal alana koyduğunuz anda işin sizin kontrolünüzden çıkacak olmasıdır; o nedenle soru bence şudur: Bu duruma hazır mısınız, değil misiniz?